12 Kasım 2008 Çarşamba

Bir Martı hikayesi


Martı…

Sabahın ilk ışıklarında, azgın dalgalarla rengi değişen denizde oltasına takılan şaşkın birkaç kaya balığı ve suda beklettiği bayat ekmek parçaları…

Ali, birazdan kapısını çalacak en yakın arkadaşı ve en özel misafiri için yiyecek bir şeyler hazırlama telaşına düşmüştü. Yeterince balık yoktu, ama ekmek kurtarabilirdi öğünü. Özel misafirinin balığı çok sevdiğini biliyordu. Hatta balık, arkadaşı için vazgeçilmezler arasındaydı. Suda bekletilmiş bayat ekmeğe, mecbur olmadıkça dokunmazdı bile. Ne çay, ne kahve, ne, mevsim salatası, ne de rakı; mutlaka balık olmalıydı tabağında.

..:
Üç ay önce tanıştıklarında, rakı sofrasında yakalamıştı. Ali büyük bir keyifle mangalda pişirdiği balıklardan bir lokma bile yiyememişti; rakı, ekmek ve arkadaşının fırsat bulup da masasından alamadığı beyaz peynir. Üç ay önce, mangalda ağzından sular akarak hazırladığı iri istavritleri, bencillik yapmadan, ne oluyor bile demeden misafirine buyur etmişti. Arkadaşı akşam yemeğinde, belki de ilk tanışmanın heyecanıyla yediklerini paylaşmayı düşünmemişti bile.

..:
Denizi tepeden gören kayaların üstüne kurulu derme çatma kulübesinde güneşin batışını izledi. Dalgalarla kayaların gürültüyle çarpışmasını, denizden esen rüzgara karşı sigarasını tüttürerek seyretti. Misafiri az sonra gelecekti. Dünyanın yuvarlak olduğunu hissetti ufka doğru bakarken; çok uzaklardan geçen bir yük gemisinin, dünyanın bilinmeyen yüzüne doğru yavaşça kayboluşunu fark etti . Bir ceviz kabuğundan farksız koca yük gemisi, Ali'nin bilmediği dünyanın diğer yüzü tarafından yavaş yavaş yutulmuştu. O koca gövdeden geriye, belli belirsiz kaptan köşkü kalmıştı. Zaman o an durdu; ne geminin kaybolmaya, ne dünyanın diğer yüzünün onu yutmaya, ne de aç misafirini layıkıyla ağırlamaya niyeti vardı.

..:
Önce bir çığlık duydu, her zamanki gibi doymaz bir çığlık. Açım diyen, yemeğimi hazırladın mı diyen gözü dönmüş bir martının çığlığı; ardından geniş kanatlarının üzerine düşen gölgesini… Misafiri gelmişti.

Selam bile vermedi Martı, yüzüne bile bakmadı . Aç olmasa bile şartlamıştı kendini, kusana kadar yiyecekti. Kulübenin önündeki tahta masaya kondu, telaşlıydı. Kanatları arasında gezinen böceklerden rahatsız olduğu belliydi. Kanatlarını açtı, tahta masayı tamamen kaplamıştı iri bedeni. Kızıl gagasını tüylerinin arasında telaşla gezdirdi, bir ara Ali'yle göz göze geldiler, “Hoş geldin Martı!” dedi arkadaşına, boş masadan rahatsız olduğunu görünce. Martıyı ürkütmeden kulübeye girdi ve sırrı dökülmüş büyük bir emaye tabakla dışarıya çıktı.

..:
Martı’nın gözleri tabaktaydı, sürekli çırpınıyordu, heyecanlıydı. Ali elindeki tabağı kaşıkla karıştırmaya devam ederken, sırdaşına bugünkü sırrını vermeye can atıyordu. “Esin ve Fırat” dedi, “Benim kızım ve oğlum. Bir akşam yemeğinde, kırmızı soğanın cücüğünü yemelerini istedim onlardan, ikisi de nefretle baktı bana, reddettiler. Israr ettim aptalca, çok üzdüm onları. Kuru fasulye yiyecektik güya. Saçma bir diretme yüzünden sofra ortada kaldı. O kadar sinirlenmiştim ki, babalık hakkımın veya otoritemin o an bittiğini düşünmüştüm; paniklemiştim. Esin’in odasına kapandı ikisi de. Elimde sigara arkalarından gittim, çılgına dönmüştüm, diğer elimde cam bir kül tablası vardı. Ne eksik ne fazla, ikisinin de baldırına birer kez, ama hafifçe vurdum. Dostum inan bana canlarını acıtmamıştım, fakat bir soğan cücüğü için üzmüştüm, ağlatmıştım çocuklarımı. Galiba ilk ve sondu onlara el kaldırmam. Bir daha yapmadım. Aslında yanlış oldu, yapamadım; çünkü onları bir daha göremedim. Ne yazık ki kabullenememişlerdi. Acele etme, yemeğin hazır işte…
..:
Büyük sır, Martının hiç dikkatini çekmemişti. Onun beklediği şey, Ali'nin elindeki yiyecek dolu tabaktaydı. Tabağı masanın üstüne bıraktı, Martı’yı ürkütmeden yavaşça oturdu sandalyeye. “Benim için sıradan bir gündü, çocuklarım içinse unutulamayacak bir hatıra. Yaşamları boyunca hatırlayacakları, hatırladıkça benden nefret edecekleri saçma bir anı. Beni asla affetmeyecekler Martı; bu acıyla yaşayamazdım, kaçmaktan başka çarem yoktu” dedi, başını ellerinin arasına alarak. Gözleri dolmuştu, sırdaşı Martı’nın umurunda bile değildi, tabağın içindeki balık parçalarını bulup çıkarmakla meşguldü gürültüyle. Sert kızıl gagasının sırrı dökülmüş emaye tabağı her didikleyişinde, Ali'nin içini gıcıklayan kemik-metal karışımı bir tını yayılıyordu kayalıklardan dalgalarla köpüren denize doğru. Rüzgar denizden esiyor olsa da, o tuhaf gürültü, belki de dünyanın bilinmeyen yüzünün yuttuğu yük gemisine kadar ulaşıyordu.

..:
Martı’nın gözleri büyümüştü. Suyla ıslatılmış bayat ekmekte gözü yoktu, balık istiyordu o, istediği etti. “Geri dönmeyi çok istiyorum... “ dedi Ali, “Kabul edilmeyeceğimi bildiğim halde, bu derme çatma kulübede bir başıma yaşamaktan bıktım. Sen de olmasan, hiç düşünmem, şu deli dalgaların kucağına bırakırım kendimi. Çünkü bu dünyada beni dinleyen tek canlı sensin…”

Sesler yükselmeye başlamıştı. Kızıl gaga, heyecanla tabağı didiklemeyi sürdürüyordu. Balık parçaları bitmişti. Bir iki kanat çırptı, , doymamıştı... “Özür dilerim Martı, bugün yeterince balık tutamadım senin için. Şans benden yana değildi. Çok dalgalıydı deniz, fırtına vardı, hâlâ da öyle. Doyuramadım seni…”

..:
Martının Çırpınışında öfke vardı, bir ara kanatları uçmaya hazırlandı, ama uçmadı. Tedirgin olmuştu, akşam yemeği umduğu gibi doyurucu olmamıştı. Belki Ali'nin hazırladığı yemek için aç bırakmıştı kendini. Güneş denizin dalgalı tenine dokunmak üzereydi; sanki beyaz köpüklere bürünmüş dalgaların arasına dalmaya hazırlanıyordu. Martı’nın avlanmaya zamanı yoktu.

..:
Kulakları sağır eden bir çığlığın ardından, kendisinden özür dilemeye çalışan Ali'nin sağ gözüne daldı kızıl gagası. Kendini korumaya bile çalışmadı. Acıyla baktı kalan sol gözüyle, kızıl gagada kan damlayan gözünü gördü. Hala yaşıyordu, Martı’nın midesine yapacağı ve sonuçta tamamen yok olacağı yolculuktan önce veda eder gibi bir hali vardı. Nemliydi, ağlıyordu.

Martı yutkundu, kanatlarını açtı ve belki bir daha dönmemek üzere, güneşin denize düştüğü yere doğru süzüldü. Diğer martıların bildiği dilden attı çığlıklarını, mutluydu; çünkü doymuştu...

Gerçek yaşamdan bir kesit

Ezgin" bir babanın hikâyesi
TUNCER KÖSEOĞLU

Ayağa kalkın dedi mübaşir. İki yıl süren yargılamanın ardından kararını açıkladı Üsküdar 3. Ağır Ceza Hakimi. Sanıklardan Tahir Zencirbağ ve Zehara Egemen’in tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu bir kişinin ölümüne beş kişinin de yaralanmasına neden oldukları gerekçesiyle iki yıl hapisle cezalandırılmasına. Devam etti sözlerine hakim. Sanıkların daha önce sabıkaları olmadığından verilen hapis cezasının 21 bin YTL para cezasına çevrilmesine… Kararı duyan yaşlı bir adam öylece kaldı mahkeme salonunda…Yüreği biricik kızı Aslı’nın ölümüyle yangın yeriydi. İçindeki yangın isyana dönüştü. 29 yaşında yaşama veda eden kızına karşılık 21 bin Ytl…Mahkemenin verdiği karar kulaklarında çınladı.

Oyuncuydu Aslı Sevimli. Çukurova Üniversitesi Konservatuar’ını bitirdikten sonra bazı dizilerde başrol oynadı. Mutluydu hem sevdiği işi yapıyor, hem de ailesine katkıda bulunuyordu. Sette iş kazasına kurban gidene kadar…Beykoz’da başrolünü oynadığı "Memleket Hikâyeleri" adlı dizinin çekimlerinde bir araba sahnesi vardı. Hiçbir önlem alınmamıştı sette. Senaryo gereği bir çocuk topu sokağa kaçıracak, süratli gelen bir araç ise çocuğa çarpamadan ani fren yapacaktı… Yönetmen yardımcısı Zehra Egemen sahnenin nasıl çekileceğini göstermek için direksiyon başına geçti. Süratle gelen araç sete daldı... Bilanço bir ölü beş yaralı…
Türkiye’nin ilk set kazasıyla ilgili dava açıldı sanıklar hakkında… Savcı 15 yıla kadar hapislerini istedi. Ani freni oyunculara göstermek isteyen yönetmen yardımcısı Zehra Egemen kazayı hatırlamadığını söyledi mahkemede. Akdeniz anemisi hastalığı olduğunu ekleyerek… Kızının ölümüyle dünyası yıkılan baba bütün duruşmalara geldi Adana’dan. Küçük bir ocakbaşı işletiyordu Adana’da Hamdi Sevimli. Evine ekmek götürdü çocuklarını büyüttü o ocakbaşıyla. Kızının ölüm haberiyle yıkıldı yaşlı adam. Her duruşma öncesi işini bırakıp geldi Adana’dan. Sanıkların cezalandırılmasını istiyordu yüreğindeki acıyı biraz hafifletebilmek adına…
Kızının kazaya değil de planlı bir suikaste kurban edildiğini düşünüyordu gözü yaşlı baba…Oyuncular paralarını alamıyorlardı şirketten ve kızı da bu duruma isyan etmişti. Her dizi çekiminden sonra Adana’ya dönen Aslı anlatmıştı para alamadığını babasına… "Gitme yavrum gitme dedim. Baba gitmezsem çekimlere, sözleşmenin yaptırımları ağır olur" diye cevap verdi kızım bana" Bunları konuştular son kez kızıyla. Baba Hamdi Sevimli kızını kendi deyimiyle “ezginlerin haklarını koruyan biri" olarak yetiştirmişti. Haksızlığa isyan eden bir yapısı vardı Aslı’nın. Milyonlarca doların döndüğü dizi sektöründe bölüm başı 500 YTL'ye anlaşmış onu bile alamamıştı. Oysa o paraya ihtiyacı vardı Sevimli ailesinin. “Durumum ezgindir diye gönderdim kızımı" diyordu baba. Birde biricik kızı çok sevmişti oyunculuğu. Çok sevdiği oyunculuğu yaparken akıllara durgunluk veren bir kazaya kurban gitti Aslı. Gözü yaşlı baba hiçbir zaman bunun bir kaza olduğuna inanmadı…Mübaşir "ayağa kalkın" dedi iki yıl süren mahkemenin sonunda… Bir babanın duyguları incindi verilen karar karşısında. İçindeki evlat acısı yangını büyüdü. "Adalete saygılıyım" dedi kısık ve üzgün bir sesle… "Saygılıyım ama bir canın bedeli 21 bin YTL olur mu" diye sormadan da edemedi...

8 Kasım 2008 Cumartesi

ateüa
eümaü

üaüakkmttü


tüktaküü


akmeükaüa


ükmaükmükmütkmtkmütmüt